Gazi Alfabesi / Kent 16 Gazetesi / 2019

2022-02-03 22:15:44

Kent 16 Gazetesi, Gazi Alfabesi, 2019

 

GAZİ ALFABESİ

 

1928 tarihli Türkiye Cumhuriyeti ‘’1353 Sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun’’ ile yürürlüğe giren ve çalışmalara başlanılan yazı geleneğimiz ‘’Latin alfabesi’’ olarak günümüzde yerini aldı. Latin asıllı bildiğimiz bu yazı düzeneğine ve Türk dilindeki gelişim sürecine değineceğim.

 

Latin; günümüz İtalya, Roma yerleşkesinin çevresinde yer alan ovanın Latium adından ve geniş, enli, yayvan anlamına gelen Latus kelimelerinden türeyerek günümüze değin konuşulan dile Latince, yazısına da Latin denilerek yaşayagelmiştir. Alfabenin yazılı kaynaklar bünyesinde kökeni ve gelişimi incelendiğinde, milattan önce 6 ve 3. Yüzyıl tarihlerine rastlamaktayız. Yazı düzeneğinin, harf biçimi-font oluşumunda ise öncelikle Etrüsk alfabesinden ve Grek yazısından esinlenildiği çokça dillendirilerek düşünülmektedir. İçeriğine ayrıntılı değinmeden geriye doğru özetleyecek olursak esinlenme sırasını şöyle izah edebiliriz. Latin alfabesi; Etrüsk, Grek, Fenike ve Mısır Hiyeroglifleri adeta domino etkisinde taşıyıcı ve aktarıcı unsur oldular.

 

Latin alfabesinin temelini oluşturan milattan önce 3. Yüzyılda harf sayısı 21’dir. Hemen belirtmeliyim ki içinde küçük harf yoktur. Demeli ki Latin, büyük harf olarak doğdu ve şekillendi. Bu harfler sırasıyla A, B, C, D, E, F, G, H, I, K, L, M, N, O, P, Q, R, S, T, V, X. Miladi 1. Yüzyıla doğru (Roma’nın ilk imparatoru olarak bilinen Augustus dönemine tekabül eder) alfabe içerisine Y, Z harfleri eklenmiş ve sayı 23’e çıkmıştır. Bu iki harfin Etrüsk yahut Grek alfabesinden alındığı düşünülmektedir. Bunun önde gelen nedeni, bütün dillerin gelişim süreci ve kültürlerin birbiriyle etkileşiminde ortaya çıkan kavramların yeni kelimelerle kullanım gerekliliğidir.

 

(Misal; GökTürk döneminde H, J, F, harflerinin olmayışı ve 10. Yüzyıl sonrası Türkçenin kullanımında ihtiyaç haline gelerek, yeni kelimelerde yer alan bu harflerin yazım hayatımıza girmesi gibi. Şimdi bunu bir örnekle daha müşahhas, açık hale getirelim. Günümüzde ‘’Hakan’’ adının, GökTürk anıtlarındaki yazım biçimi ‘’Kagan-Kağan’’ olarak yer almaktadır.)

 

Milattan sonra 4. Yüzyıla doğru J, U, harfinin kullanımı başlamış ve Germen yazısında yer alan W harfi de eklenmiştir. Dolayısıyla Latin topluluğuna atfedilen alfabe Y, Z, J, U, W harfleriyle 4. Yüzyılda karakter sayısı 26’ya ulaşmış oldu. Grek alfabesinin, Latin yazı karakterlerine göre en az 400 yıl önce gelişmiş olması ve günümüzde Latin alfabesinin daha yaygın olması bir soruyu akla getirmeli. Bunun da en önde gelen nedeni, Latin alfabesinin, Batı dünyasına Roma İmparatorluğu ile taşınmış olmasıdır.

 

Bilindiği üzere kültürel etkileşimlerde, alfabe sahasının coğrafyalardaki faaliyeti din, ticaret, felsefe, hukuk, edebiyat, sanat ve matematik üzerinden yürümektedir. Bu vesileyle ilim alanlarındaki kavramlar ve harfler, saha içerisinde yer alan milletler tarafından benimsenir ve konuşulan dilin ses değerleriyle harflerin font-biçim denilen gelişimi de herkesin kendi dilince kullanılması gerekli bir hâl alır. Netice itibariyle harfler, dillerin sesiyle, tınısıyla farklı şekillere de bürünür. Kimileyin harfler aynıdır ve fakat ses ile yazıya dökümü farklıdır. Türkçede yer alan J harfi, Almancada yer alan J harfine göre ses değeri bakımından ayrışır. Çünkü Almancadaki J harfi ses olarak bizde Y’yi karşılar. Türkçede J yazılır ve yine J olarak seslendiririz. Böylelikle alfabelerde yer alan harflerin kimileri değişerek kullanılır, kimileri de kullanılmaz. Soğuk iklimde giyilmesi gereken uzun kollu bir giysi, sıcak iklimde kısa kollu bir giysiye dönüşebilir. Sıcak iklimde giyilen giysiye de soğuk iklimde uzun kollu bir parça ekleme ihtiyacı doğabilir.

 

Arap alfabesi olarak adlandırılan yazı, Nebatilerden alındığı dönemde, lisanlarına ihtiyaç olan SE, HI, ZEL, DAT, ZI, GAYIN harfleri geliştirilmiş ve yazı hayatına girilmişti. Aynı şekilde İranlılar da PE, ÇİM, JE, GEF harflerini ve Türkler de NEF, KEF olarak bildiğimiz genizcil n ile kâf-i yâyi ihtiyaca binaen yazmağa elverişli hale getirmişlerdi. (Binaen; diği için, den dolayı, den ötürü, dayanarak.) Harflerin dil yapılarına ve dillerin harf üzerindeki bu tür kaynaşık düzenlemelerine birçok misaller getirilebilir… Şimdi diğer aşama olan, hükümdarların, devlet adamlarının ve şahsiyetlerin, alfabeler üzerindeki uygulamalarına değinelim.

 

 

GÖKTÜRK - BİLGE KAĞAN - YOLLUG TİGİN ABC’Sİ: Özgün adı kağanlık, GökTürkler! Bilge Kağan ile Kül Tigin anıtları doğu yüzünün iki yerinde ‘’Kök Türük-Török’’ sözü geçtiği için biz bugün, K’nin G sesine dönüşmesiyle GökTürkler ve GökTürk yazısı diyoruz. Önemli bir yönüyle Bilge Kağan ya da anıtları taşa kazıyan Yollug Tigin a, b, c’si olarak da adlandırıyoruz. Akademi ve Batı dillerince Runik olarak kitaplarda tanımlanmaktadır. Dikkatinizi çekiyorum! Şu an halk içerisinde bu yazıya Runik diyen, diyebilen yoktur. Tam aksine toplumun kendi refleksiyle yani içinden ve dilinden çıkan bir tepkiyle ‘’GökTürk Alfabesi’’ denilmektedir. Burası konumuzla bağlantılıdır. GökTürk anıtlarının çözümlendiği 1896 yılları Devleti Aliyye döneminin müderrislerince Orkun Elifbası olarak adlandırılmış ve Türkiye Cumhuriyetinin ilk zamanlarında da Orhun Elifbası deyimiyle devam etmiş, günümüzde de GökTürk alfabesi söylemiyle sürdürülmektedir.

 

ÇENGİZ ALFABESİ: Moğollar; Ata yazısı olarak benimsedikleri alfabeye Uygur-Soğd adını vermediler! Oysa ki alfabeleri Soğd kökenli Uygur yazısıydı. Cengiz Han Moğol tarihinde ilk kez Uygur olan bir yazı ustasından bu alfabeyi görmüş ve Moğolcaya uyarlamasını istemişti. O döneme kadar Moğolların alfabesi yoktu. Günümüzde de bu alfabeye akademik bir tanımlama getirmekten ziyade ‘’Cengiz Alfabesi, Çingiz Yazısı’’ demektedirler.

 

PASSEPA ALFABESİ: Kubilay Han, hakim olduğu coğrafya sınırlarını Çin’e dek genişletmişti. Cengiz Han’dan miras kalan Soğd kökenli alfabe, her ne kadar büyük ölçekte bu coğrafyada yayılma gösterememiş olsa da Moğollar içerisinde Ata yazısı olarak kalabilmeyi ve anılmayı başarmıştı. Geniş toprak parçasına sahip olan Kubilay Han, Tibetli bir yazı ustasıyla karşılaşır. Onunla yaptığı görüşmelerde, Moğol diline uygun yazı sistemi geliştirmesini ister ve yazı ustası da bunun üzerine ortaya çok uygun kurallı yazı düzeneği geliştirmeyi başarır. Papirüs ve kağıt üzerinde işlenmeye başlayan yeni süreç doğar. Bu aslında, Kubilay Han emrinde, Tibetli yazı ustasının gözetiminde okur-yazarlık eğitiminin başladığına işaretti. Bu eğitim anlayışı önemli kültürel yapıya bürünecek ve Çin dahil olmak üzere Kubilay Han’ın hakim olduğu bütün coğrafyada âdeta kültür yazısı oluşacaktı. Kubilay Han yaşadığı dönemde bu emeline ulaşabilmiş olsaydı, kim bilir belki de günümüz Asya, Çin, Kore olmak üzere bu ülkelerde türetilmiş olan bu yazı kullanılıyor olacaktı. Bu kanaatime de şuradan varıyorum. Günümüz Kore alfabesi, Kubilay Han’ın Passepa adlı alfabesinden türetilmiştir. Pek âlâ yazının adı neden Passepa. Çünkü Passepa, alfabeyi türeten Tibetli yazı ustasının adıydı. Phags-Pa, Passepa.

 

KAŞGARİ ELİFBASI: Kaşgarlı Mahmut, Karahanlılar hanedanına mensup bir kargı ustasıdır, askerdir. Uygurlar; GökTürk yazısından sonra Soğd kökenli yazıyı benimsediler ama ona Soğudi alfabesi demediler. Kendi adlarını vererek Uygur yazısı ve hatta ‘’Kaşgari Elifbası’’ demektedirler. Çünkü Kaşgarlı Mahmut’un ilmi yönü o dönemde tartışılmaz seviyedeydi ve Divanü Lügatit Türk eserinin de büyük katkısı olmuştur. Karahanlılar döneminde Uygur yazısı kullanılıyordu. Öyle ki Kaşgarlı Mahmud, eseri olan Divanü Lügatit Türk, 8’inci sayfanın 8’inci dizesinde Uygur alfabesi için şu açıklamayı yapar. ‘’Eski zamandan bugüne kadar, Kaşgar’dan yukarı Çin’e dek, kuş bakışıyla bütün Türk ellerinde, Hakanların ve Sultanların kitaplarında ve yazışmalarında bu yazı kullanılır.’’

 

HALİL BİN AHMED - İMADİ ELİFBASI: İranlılar; Sasani döneminde kullandıkları Pehlevi alfabesini İslamlaşma süreciyle geride bırakmış, Nebati - Arabi harflerini benimseyerek geliştirmeleri akabinde İmadi ve Halil Bin Ahmedi adlarıyla hitap ederek tanımlamışlardır. Bu süreç, Talik yazı çeşidinin Fars toplumunda milli yazıları olmasını sağlamıştır. Talik denilen yazının her ne kadar kırlangıçtan esinlenildiği söylense de işin özünde, Pehlevi alfabesinden esinlenilerek türetildiği, yaygınlaştığı ve benimsenildiğini belirtmem de yarar var.

 

TÜRKİ, İSLÂMİ, KUR’ANİ YAZI: Özellikle 12. Yüzyıldan sonra Türkler; Fars coğrafyası üzerinden vakıf oldukları Arap harflerine, Arabi ya da İrani alfabesi demediler. Kur’an harfleri ya da İslâmi yazı veya Türki dediler. İslamı ve Arap alfabesini, Arap ve İranlıların yaşam kültüründen ziyade, İslam ve Kur’andan etkilenerek benimsemişlerdi. Bu güzergâhta açılan yol, Türklerin hat sanatında en iyi eserleri vermelerine, hattatlığın baş mimarlığında önemli rol göstermelerine ve dünya yazı sanatları arasında tartışılmaz bir sahaya taşımalarını sağlamıştır. Selçuklu, Timur, Babür ve Osmanlı dönemlerinin eserlerine bakıldığında, her biri kendine özgün görünse de literatürde Türk Hat Sanatı ve Türk Yazısı olarak geçmektedir. Farsların milli yazısı olan Talik yazının üstadı İmadi Hasen adını taşıyarak ona İmadi Yazısı dendi. Osmanlının son dönemlerine doğru Hattat Mümtaz Efendiyle başlayan ve Hattat Mehmet İzzet Efendiyle geliştirilmiş olan Rika adlı yazı da Türk’ün Milli Yazısı olmayı başarmıştır. Biraz daha geriye gidelim; hatırlatmak gerekirse 2. Bayezid’in yanında bizzat bulunmuş olan Amasya’lı Hamdullah Bey, hattatların babası olarak anılmış ve Selçuklu döneminde de yine Amasya’lı olan Yakuti Mustasimi de Türk yazısına büyük katkıda bulunmuşlardır.

 

BATI DÜNYASI: Roma, Bizans, Avrupa; Nebati kökenli Arap harflerine Arabi, Farisi ya da Türki yazısı tanımında kullandılar. Matematik alanındaki işlemlere ve büyük oranda Hintli alimlerin isimleriyle izahta bulundular. Öyle ki Endülüs sonrası Arap harfleriyle yazılmış olan önde gelen eserler, Grek, Latin alfabelerine ve dillerine çevrimi yapılarak Avrupa’ya taşınmıştı. Rönesans dönemi sonrası da bizzat Yunanca ve Latince dillerinin kollarına doğru uzanmış oldu. Latin alfabesinin gelişiminde, ortaya font ve sanat görselliğinde varlığını göstermiş olan yazı ustalarının adlarıyla hitapta bulunulmuş, keza Yunan yazısının mimarı da Fenikeli Kadmos olması, o alfabenin Kadmos yazısı ifadesiyle Helen toplumuna yerleşmişti.

 

MORS ALFABESİ: Genel itibariyle akıllara askeri alanda deniz kuvvetleri ve kıyı ülkelerince bir tür sese dayalı şifreli haberleşme iletişim aracıdır. Adı daha evvelinde telgraf alfabesi olarak kullanılırken, Samuel Mors adındaki şahsın icadıyla, Telgraf albesi yerini Mors alfabesi adlandırmasına bıraktı. Mors, Samuel adındaki şahsın soy ismiydi.

 

BRAİLLE ALFABESİ: Toplumlarda görme engelli alfabesi olarak bilinen bu iletişim yazısı, daha evvelinde her harfin en az 20 cm oranında büyüklüğe sahip olmasıyla öğretilen ve öğrenilen, kabartma ya da şablon tarzında harf sistemine dayalıydı. Louis Braille adındaki şahsın, 6 noktadan oluşan kombinasyon uyarlamasıyla bütün dünyaca kabul görmüş ve kullanımı bu adla devam etmektedir. Braille, bu düzeneği geliştiren Fransız eğitimci Louis adındaki kişinin soy ismiydi.

 

BABÜRİ ALFABESİ: Adından da anlaşılacağı gibi Babür Şah’ın, Hint ve Soğd alfabesinden esinlenerek kendi türettiği yazı biçimidir. Alfabeye kimileri şifreli yazı demişse de bu görüşün pek uygun olmadığı çok açıktır. Babür Şah kendi hatıratında konuya değinir. Oğlu Hümayun okuma yazma bilmezdi fakat sözlü geleneğe sahip olmasını, hafızasında birçok şiiri tutabiliyor olduğundan anlaşılmaktadır. Ayrıca coğrafya bilgisi tarihçi zerafetindedir. Babür Şah, oğlu Hümayun’a geliştirmiş olduğu yazıyı öğretti. Emellerine ulaşmış olsalardı belki de günümüz Hint coğrafyasında bu alfabe büyük ölçüde kullanılıyor olacaktı. Dolayısıyla kültür yazısı haline gelmesine yönelik düşünülmüş önemli adımdır. Harflerin biçim olarak Hint ya da Soğd yazısına benzemesi ve bu yazılardan esinlenilmiş olmasına rağmen alfabenin adına Babüri alfabesi denilerek Babür Şah’a atfedilmiştir.

 

ENVER ELİFBASI: Yıl 1914. Enver Paşa Harbiye Nazırıdır. Devleti Aliyye, Osmanlı’nın 1600 yılları 1. Ahmed döneminden itibaren ıslahat hareketlerinin düşünülmesi ve başlamasıyla, 1839 Tanzimat Dönemine doğru gelinen aşamada, bu yenilik ve iyileştirme çalışmaları içerisinde alfabe üzerinde de fikirler gelişmiş, nihayetinde 1914 yılında Enver Paşa’nın resmi olarak öncelikle Ordu içerisinde yürürlüğe girdiği yazı sistemine Enver Elifbası adı verildi. Özgün adı Huruf-ı Munfasıla. Günümüz Türkçesiyle ayrık harfler anlamına gelen yazı, Enver Paşa’dan önce de Tanzimat Dönemi’nde birçok müderris ve düşünce adamları tarafından dile getirilerek, döneminin gazetelerinde yayımlanmıştı. Huruf-ı Munfasıla’nın Ordu ve halk içerisinde resmiyete kavuşması, kültür yazısı haline gelmesini düşünenler arasındaki en önemli şahsiyet Enver Paşa olmuştur. Çünkü tatbik ve karar ile uygulamaya tâbi tutmuş, birçok telgraf, ordu yıllığı gibi kayda değer dökümanların bu yazıyla yazılmasında önemli rolü olmuştur. Bu bakımdan Osmanlı’nın son dönemlerinde Enver Elifbası olarak anılmıştır.

 

 

Şimdi, yukarıda görüldüğü üzere bu alfabelerin tamamı bizzat her biri asker vasfına sahip olan şahsiyetlerin adlarıyla anılmış olduğunu ve sonra toplumun içerisinde sanata, edebiyata bürünerek yol izlediğini tarihsel kaynak ve süreçleriyle görmüş olduk.

 

GAZİ ALFABESİ, ELİFBASI: Türk dilinin, yerli ve yabancı kişilerce ele alınıp farklı alfabelerle de yazıya döküldüğü, birçoğunun da kitap halinde yayımlandığı tarihçe ortadadır. 1928 yılına gelindiğinde resmi olarak Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından kabul gören ve toplumun her kesiminde, eğitim alanlarının, devlet makamlarının bütün kurumlarında uygulamaya tabi tutulmasıyla ‘’yeni yazı’’ hayatımızın dönemi başlamış oldu. GökTürkler’den 1928 yılına değin Türk boylarınca yazıya dökülen alfabelerin, sağdan sola doğru yazılma özelliği bulunmaktadır. Günümüz Latin alfabesiyle de soldan sağa doğru yazma geleneğimiz oluştu. Osmanlı döneminde yaşandığı gibi her ıslahat, yenilik hareketleri, kabul ve makbul görülmesi açısından toplum içerisinde uygulamaya tabi tutulması gerekiyordu. Latin alfabesi olarak adlandırdığımız günümüz yazısı da uygulamaya başladığında bizzat Atatürk ve müderrislerin desteğiyle, Sivas, Kayseri, Tokat gibi Anadolu’nun illerinde, köylerinde yazının tanıtımını yapmış oldular. O güne kadar Türk Elifbası, Lisani Türki, Osmanlıca, kavramlarıyla anılan yazımız, 1928’den 1970 yıllarına kadarki süreçte ‘’Yeni Türk Alfabesi’’ hareketiyle yazım kuralları oturmuş ve şekillendirilmiş oldu. Nebati - Arabi kökenli harflerin yazım kuralı ve biçimi, Latin harflerine göre şekil - font bakımından çokça ayrışmaktadır. Bu nedenledir ki Latin harfleriyle Türkçeyi düzenli yazmaya elverişli gelmesinde önemli bir zamana ihtiyaç olmuş ve 1970’li yıllara kadar bu düzen şekillenebilmiştir. Bu bakımdan, basımı yapılan ilk kitaplardaki ince kusurları genelde basım hatası olarak adlandırmak yanlıştır. Matbaa olarak basım hatasından ziyade, okur - yazar olan kişilerce yazma düzeninin oluştuğu bir dönemdir, dersek daha sağlıklı olacaktır.

 

Çok evvelinden sözlü gelenekle inşa edilen ve taşınan kültürler artık yazılı geleneğe dönmüş durumdadır. Her dil, kendi sesine özgün biçimleri bir araya getirmesiyle, yaşam koşullarını alfabeleriyle kullanmaya zemin hazırlar ve ilkelerini, yasalarını, edebiyatlarını, dini, hukuki, ticari temellerini geleceğe taşıyarak teminat altına alınmış olunur. Türk dilinin tarihi serüveninde özellikle GökTürk, Uygur ve Arabi yazılarla kaleme alınmış olan eserler, zamanla Latin harflerine çevrimi olmuş ve devam etmektedir. Ses değerlerimizin Latin harfleriyle de karşılanabilmesi açısından türetilen harfler yer almaktadır. 1928 Latin kökenli Yeni Türk Alfabesi, Avrupa dillerinde kullanılan Latin yazısını bizzat bire bir dilimize taşımamış, sesimizi karşılayabilecek harfler de türetilmiştir. Harf uyarlama yöntemi göz önünde bulundurulmuş olup C, G, S, U, O, harflerine konan nokta işaretleriyle Ç, Ğ, Ş, Ü, Ö, sesleri temin edilmiştir. Yazımızın başlarında da belirttiğim gibi esinlenme ve türetme yöntemi birçok dillerde olmuştur. Dünyada kullanılan Latin alfabeleri de her dilde aynı olmamakla beraber ses değerleri de farklıdır.

 

Türkiye’nin birçok ilinde yeni harflerin tanıtımı yapıldıktan sonra eğitim öğretim hayatına geçilmiş ve ‘’Millet Mektepleri’’ açılarak çalışmalar hızlanmıştır. Eski Türkçe ile okur-yazarlığı olanlar tarafından özellikle öncülük yapılmış ve Kur’an, Arapça, Farsça, Fransızca, İtalyanca dillerinde belirli seviyede olan müderrislerden de katkı sağlanmıştır. Çünkü okur-yazarlığı olanların pek tabii haliyle tecrübeleri yüksektir, yazı, dil ve öğreticilik anlamında. Böylelikle deyim yerindeyse sıfırdan başlayanlar da hızlı bir öğrenim sürecine girişilmişti. Gazi Mustafa Kemal’e, konunun gelişimi hakkında yurttan haberler geliyordu. Kalkınmaya ve eğitime önem vermesi, bu konu hakkında titizliğini artırıyordu. Ayrıca yeni harflerin düzenini, kelimelerin yazım biçimini ve kuralını da takip ediyordu. Önde gelen münevver şahsiyetlerle münazaralar yapıyor ve toplum içerisinde halkla birebir yakından da ilgileniyordu. Kaynaklarda ve hatıralarda çokça karşılaşabilirsiniz. Yazım kurallarına hakimdi ve önemsiyordu. Misal verecek olursak, mi, mı, ve, ki, tire, işaretlerine, imla’ya hassas yaklaşıyor ayrıca Farsça, Arapça ve Osmanlı Türkçesinin yazım kuralına da vakıftı. Gazi’nin Başvekâlete yazdığı bir metinden örnek verelim.

 

‘’Türkçede henüz mevcut olan Farsça terkiplerde dahi bağlama çizgisi yoktur, terkip işareti olan sedalı harfler ilk kelimenin sonuna eklenir. Meselâ: hüsnü nazar gibi. Şimdiye kadar tab ve neşrolunmuş kitaplar, muhtelif vesaitle bu esaslara göre derhal en seri bir surette tashih olunmak lazımdır.’’ (Kaynak, Atatürk ve Harf Devrimi, M. Şakir Ülkütaşır, Türk Dil Kurumu Yayınları, 2009, Sayfa 123)

 

Atatürk’ün yalnızca bu tezkeresinden dahi anlaşılıyor ki dilin inceliğine vakıftır. Ve yazı devriminin oluşmasında ‘’başı boşluk’’ bırakmamıştır. Dolayısıyla okullarda, halk içerisinde, ordu ve devlet bünyesinde iç içe bulunmuş olması, toplum tarafından bu alfabe adının GAZİ ALFABESİ olarak zikredilmesine, dile gelmesine neden olmuştur. Evet, harf devriminin ilk yıllarında Gazi Alfabesi olarak dillerde yer etmişti. Atatürk’ün kendisi dahi Latin asıllı yeni Türk alfabesi diyordu. Günümüzde ise Latin alfabesi diyoruz, ‘’Gazi alfabesi ya da Türk alfabesi’’ tanımı neredeyse kimsenin aklına gelmemektedir. Böylelikle herkesin dilinde Latin adlandırmasının olması, günümüz yazısına tamamiyle yabancılaşmamıza ve tartışmaların bitmediğinin nedenlerinden biri konumuna ulaşmıştır. Bu makalemi temellendirerek özellikle, önemseyerek, bizzat vurgulamak istedim. Yazımın başında da belirttiğim gibi bütün alfabelerimiz şahsiyetlerin adlarıyla anılagelmişse, günümüz alfabesine de Gazi Alfabesi denmesinde hiçbir sakınca görmüyorum. Kaldı ki döneminde böyle hitap edilmişliği var iken. Şimdi düşünüyorum da Latin alfabesi tanımı yerine, ilk zamanlardaki gibi herkesin Gazi yazısı dediğini… İsmet İnönü’nün bir anısında şöyle geçer; ‘’Yeni yazı Türk Alfabesi, daha doğrusu birçok yerlerde halkın kendiliğinden söylediği vechile Gazi Alfabesi hakkında gördüklerim beni bahtiyar etmiştir.’’ (Kaynak, Atatürk ve Harf Devrimi, M. Şakir Ülkütaşır, Türk Dil Kurumu Yayınları, 2009, Sayfa 123) Görülüyor ki İsmet İnönü’de Gazi Alfabesi demektedir. Türk boylarının ve Türk coğrafyasında kullanılan bütün alfabeler aslı itibariyle her biri komutan alfabesidir. Bilge Kağan, Kaşgarlı Mahmut, Cengiz Han, Kubilay Han, Babür Şah, Enver Paşa ve Gazi Mustafa Kemal Paşa olmak üzere her birinin Devlet adamlığı bulunmakta ve Asker vasfına sahiptirler. Dolayısıyla günümüzde Latin alfabesi yerine artık ve yeniden ‘’Gazi Alfabesi’’ denmesinde mahsur olmadığını, teknik ve ilmi noktalarıyla izah etmeye gayret ettim. Şahsen ben bugünkü yazımıza artık özgün biçimiyle GAZİ ALFABESİ demeye başladım. Çünkü A, B, C, alfabemiz Latin alfabesi olarak değil, Gazi Alfabesi olarak doğmuştu(r.)

 

Yazı Yolcusu

Gazi Alfabesi

Kent 16 Gazetesi / 09.05.2019

.